Günümüzdeki en büyük sorunlarımızın, yaşadığımız çağın “Hızlı” olmasından kaynaklandığını biliyor muydunuz? Hızlı yaşamak, hızlı yaşarken birçok şeyin farkına varamamak ve bu nedenle andan keyif alamamak… Her şeyin hızlı yaşanıyor olması insanları genellikle mecburen de olsa koşuşturma halinde olmaya itiyor. Kendimizi sürekli olarak bir şeyleri halletmek zorunda hissediyoruz ve bu his her zaman yapılması gereken işlerle ilgili olmayabiliyor. Bazen bir arkadaşımızla konuşmak bazen gelen mesaj ya da maillere geri dönmek… Günlük hayatta bize iyi gelebilecek aktiviteler için bile artık bir sorumluluk gözü ile bakmaya başladık. Peki sizce bu durum bizi nereye doğru sürüklüyor dersiniz? Ben size çevremden duyduklarımdan yola çıkarak söyleyebilirim, depresyona…
Geçtiğimiz günlerde çevremden biriyle konuştuğumda bana şundan bahsetti; “Hayat çok hızlı. İnternet dünyası, ulaşmak istediğimiz şeylere erişim süremiz, çok uzaklarda olan biri ile yan yanaymış gibi istediğimiz an görüşebiliyor olmamız, iş hayatının teknolojiye bağlı olarak çok daha hızlı ilerliyor olması vs… Her şey anında olabiliyor ve bu gerçekten bana kendimi çok yorgun hissettiriyor. Kendimi tüm bunların içinde geride kalmış gibi hissediyorum. Her an hayata yetişmeye çalışıyormuşçasına koşturma halindeyim ve sanki hiçbir şeye yetişememiş gibi hissediyorum. Yaşadığım andan keyif alamadığım gibi beni neşelendirmek isteyenleri de sorumluluk olarak görmeye başladım ve bu yüzden onlarla görüşmeyi bile reddediyorum. Aslına bakılırsa hayatın hızı beni hayatın tadından uzaklaştırıyor ve artık çoğu zaman her şeyden ve herkesten uzak kalmak istiyorum”. Sizce bu nasıl bir his? Bana kalırsa her şeyin farkında olduğu halde insani ilişkilerinde ve kariyer kazanımlarında zaafa uğramışlığın getirdiği bir his.
Hız ile Yarışmalı mıyız?
Günümüzde her şeyin hızlı yaşanıyor olması bizleri kısır döngü içine sokuyor. Hayatın içinde insanlar ile olan ilişkilerimiz, insani duygularımız ve bazen de edindiğimiz kazanımlar çoğu kez sekteye uğruyor. Öyle bir döngü içerisinde yaşıyoruz ve hatta bazılarımız için yaşamaya çalışıyoruz ki bugün yaptığımız en basit şeyleri bile geleceğimiz için bir adım olarak görüyoruz. İçinde bulunduğumuz anda somut bir şey elde etmeden vakit geçirirsek kendimizi sorumsuz ya da suçlu olarak hissediyoruz. Artık başkaları ile değil kendimizle ve zamanla yarış içinde olmamız ise bizleri hem fizyolojik hem de mental olarak büyük bir bozguna uğratıyor. Devamlı olarak bir şeylerin hızına yetişmemiz gerektiği hissine kapıldığımız zaman odak noktamızı kaybediyor ve stres dolu bir hale bürünüyoruz. Etrafımızda ya da hayatımızda gerçekleşen güzel şeylerin farkına bile varamıyor ve anın keyfini çıkaramaz hale geliyoruz. Tüm bunların farkına vardığımızda ise hayata bakıyor ve hızlı ilerleyen çağa yetişmemiz gerektiğine kendimizi inandırıyoruz. Böylece hızlı dünyaya yetişmeye çalışırken rotamızı kaybediyoruz. Sanıyorum anlatmak istediğim düşünceyi Çek asıllı Fransız yazar ve şair olan Milan Kundera “La Lenteur (Yavaşlık)” adlı eserinde anlatmış;
“Yavaşlığın düzeyi anının (hatıranın) yoğunluğuyla, hızın düzeyi ise unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kişi yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan kişi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır”.